Çevre denilince hepimizin aklına
yaşadığımız, ekmeğini yediğimiz, havasını teneffüs ettiğimiz,
gezdiğimiz, sularını içtiğimiz ve hayat bulduğumuz yerler aklımıza
gelir.
Yıllarca önce Akdeniz
sahillerimizde nükleer atık da içeren bir geminin batmasıyla çevre
konusunda uyanmaya başladık.
Daha sonra Karadeniz sahillerine
ücretsiz dolgu maddesi veriyoruz diye dökülen tehlikeli atıkların
daha sonra farkına varmıştık.
O günlerde bu atıklar üzerinde
tartıştık, yazdık, çizdik, sivil toplum kuruluşları çeşitli
gösterilerde bulundu ama her zaman olduğu gibi unutuldu gitti.
Bizim çevreyle ilgili çok güzel
sözlerimizde vardır. Medeniyetin ölçüsü temizliktir, temizlik
imandandır vb. gibi. Ama ne çare tüm bunlara rağmen hayatımızı zehir
edecek her türlü kirletme eyleminden de bir türlü vazgeçmeyiz.
Sokaklarımız, caddelerimiz hatta
şehirlerarası yollarımız bile bu konuda ne kadar vurdumduymaz ve
geri olduğumuzu haykırıyor.
Esefle izlediğimiz üzere, bu
günlerde İstanbul Tuzlada toprağa gömülmüş onlarca tehlikeli atık
içeren variller ortaya çıktı.
Çevreye tehlike saçan bu atıklar
günümüzün yine gündem maddesi oldu.
Yarın yine unutulup gidilecek. Ne
zamana kadar?
Yine böyle bir tehlikenin ortaya
çıkmasına kadar.
Bunları kimin ya da kimlerin
yaptığından çok, çevre bilincimizin bu kadar kötü tecrübeye rağmen
hala gelişmediğinin ispatıdır tüm bunlar.
Ayrıca bütün bu gelişmeler hala
bilerek veya bilmeyerek çevremize zarar vermeye devam ettiğimizin
delilleridir.
Fabrika kuruyoruz, atık tesisi
yapmak yerine, atık maddeleri gelişigüzel yerlere döküyoruz.
Bir taraftan insanlara hizmet
ediyoruz, diğer taraftan insanların kaliteli yaşama hakkını
tehlikeye sokuyoruz.
Sanki işletmemizin bir görevi de
yaşadığımız ve tüm nimetlerinden faydalandığımız çevremizi intikam
alırcasına imha etmektir.
Yaptığımız hataların bir gün
mutlaka bize geri döneceğini, biz etkilenmesek bile çocuklarımızın
ve torunlarımızın etkileneceğini hiç aklımıza getirmiyoruz.
Görevlerimizden biri de çevremizi
imha etmekmiş gibi, elimizden ne geliyorsa geri bırakmıyoruz.
Eskiden hep büyüklerimizden
duymuşuzdur. Derya ve Akarsu kir tutmaz, Su kırk taştan sonra
temizlenmiş sayılır gibi sözler duyardık.
Şimdi o deryaların ve akarsuların
birçoğu bırakın kiri, lağım suları haline dönüşmüştür.
Liman şehirlerimize ya da önceden
pırıl pırıl olan çeşitli kıyılarımıza, akarsularımıza gidin denizin
ve akarsuların kir tutup tutmadığını görün.
Her gün basın ve yayın
organlarında çarşaf çarşaf yazı ve resimlerde denizlerimizden çıkan
yabancı maddeleri görüyor ve üzülerek izliyoruz.
Birçoğumuz hatırlar. Bundan yirmi,
yirmi beş yıl önce dağlara çıkıldığında şırıl şırıl akan dereleri
görünce dayanamazdık. Hemen avuçlarımızla ya da boylu boyuna eğilip
su içerdik.
Birçok derede balıklar olurdu.
Oralardan balıklar tutar piknikler yapardık.
Peki, ne oldu bu kadar güzelliklere
ve canlılığa?
Ne acıdır ki o cennet gibi
çevremizi kendi ellerimizle imha ettik.
Bu gün piknik yapacak doğru dürüst
ne bir su kenarı, nede bir ormanlık ve ağaçlık alan bıraktık.
Nereye gidersek gidelim, ister su
kenarı, ister ağaçlık ya da ormanlık her taraf çör çöp içerisinde
kalmıştır.
Su kenarlarına gidiyorsunuz,
akarsuların içinde naylon poşetten tutunda, içki şişeleri, gazete
kâğıtları, yenilen içilen yiyecek artıkları, hatta insan pislikleri
her tarafı kaplamış durumda.
Bizler çevremize hayat hakkı
tanımaz imha etmeye çalışırsak, elbette çevremizde bize yaptığımızın
faturasını önümüze koyacak ve ağır şekilde ödetecektir.
<==Anasayfa